17 Eylül 2015 Perşembe

O gün

bir kadeh tutuşun vardı 
                           bazen dalar
                                   kadehi ağzına götürmeyi unutur 
                                              bir süre sohbet ederdin benimle...

bense dudağına değmesine hayrandım kadehin 
                                                                 sevdiceğim 

öyle bir değerdi ki dudağın kadehe
aman tanrım (!)
bir rakı içişin vardı
tüm mezeleri hayran bırakırdı

hele kadehi masaya bir bırakışın vardı 
her bırakışında 
bir kat daha artardı varoluşunun mükemmelliği
hele bir de ardından bana bir bakışın vardı 

ağzındaki rakıyla bir yutkunuşun vardı
boğazının hareketiyle 
kalbimin atışı 
her daim denk düşerdi.

göz göze geldiğimizde 
                "gözlerini kısarak" 
                           bir tebessümün vardı

ve masadan bir kalkışın vardı 
aman tanrım (!)
bir kadın bir masadan ancak bu kadar haklı kalkabilirdi

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Gitmeyişin

Bir tren vagonundayız seninle,
karşılıklı oturuyoruz.
ben sana bakıyorum;
ağaçları geçiyoruz
ve elektrik direklerini...
ellerin diyorum,
yalnızca o tütünü sarmak için yaratılmış olamaz
başka bir amacı olmalı;
çözemiyorum

Bir istasyonda duruyoruz,
gözlerimin hizasından kalkıp gitmenden korkuyorum
ve bir daha gelmemenden...
saçların diyorum,
yüzünü kapatıyor gibi
ve sen onların arkasından bakıyorsun;
saçlarını yadırgıyorum

Her istasyonda
binenler inenlerin yerine geliyor
sendeki "bana" birinin gelmesinden korkuyorum,
yerimden kalkmıyorum,
korkumu yadırgıyorsun
gözlerin diyorum;
gözlerinin içinde kendimi görmek istiyorum

Son istasyona yaklaşıyoruz,
ayrılığa kepenk kapatmışız
dudakların diyorum,
dudakların ince ve beyaz
kendimden başkasının zikredilmesine dayanamıyorum

Ağustos / 2015

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Gidişin ve Bana Kalanlar Üzerine

Sesi mor
dudakları açık mavi
elleri yine mor,
             yine mor...

Girdi içeri,
bir giriş ki; yemyeşil.
Hep orda kaldı
istese de çıkamazdı ki.

Çıktı.
Bembeyaz çıktı hem de,
kalması da imkansızdı zaten,
beklenmiyordu da.

Pencereden izlemek kaldı geriye.
Bunun rengi olamazdı,
                         olmamalıydı,
                                      olmadı.

Elleri yine mor,
              yine mor...

Ağustos / 2015

27 Haziran 2015 Cumartesi

GÜZ

Günler gitgide kısalıyor,
yağmurlar başlamak üzre.
Kapım ardına kadar açık bekledi seni.
Niye böyle geç kaldın?


Soframda yeşil biber, tuz, ekmek.
Testimde sana sakladığım şarabı
içtim yarıya kadar bir başıma
seni bekleyerek.
Niye böyle geç kaldın?


Fakat işte ballı meyveler
dallarında olgun, diri duruyor.
Koparılmadan düşeceklerdi toprağa
biraz daha gecikseydin eğer...


Nâzım Hikmet

11 Haziran 2015 Perşembe

Yaş değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir


Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet'nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Yok bir yanıtın "nereye" diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler'den Hisar'a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.


Edip Cansever

26 Nisan 2015 Pazar

11. Mektup

Korkuyorum. Ölmekten mi? Hayır yokluktan. Ölmek nihayet bir kaç dakikalık mesele. Yürümek, uyumak gibi basit bir şey. Ama yokluk; ölüm. Evet, ölmek ve ölüm ayrı şeyler bence. Biri sonun başlangıcı, biri de son ve yokluk. Ölmekte şiir var, duygu var, anlam var. Ölüm, sadece karanlık, boşluk, anlamsızlık.
Doğmak başlangıcı yaşantımızın ve çilemizin. Ölmek sonu. Ölümse; öldükten sonraki zaman. O dizgin vuramadığımız at, o asla sahip olamadığımız kadın.
Ölmek elimizde, ölüm Tanrının sırrı, bedeli var oluşumuzun.
Ölümsüz olmalıydı ölmek dünyada. İnsan dilediği anda ölmeli, dilediği anda yaşamalıydı.
Ölümün gelmesini bekleyenler, ölmeyi bilmeyenlerdir. Yaşamamız Tanrının bileceği bir şey, zamana hükmeden o, ölüme hükmeden de o. Yalnız ölmek bizim. Onunla yetinmek kalmış bize bu ölümlü dünyada.
Bu tek hakkımızı da suç saymış bizden önce gelenler. Suç demişler, günah demişler. Yaşatmışlar yaşamışız, öldürmüşler ölmüşüz. Nerde kaldı bizim üstünlüğümüz? İnsanlığımız, zekamız nerede kaldı?
Bitkiler, hayvanlar diledikleri zaman ölemiyorlarsa insan olmadıkları içindir. Ölmek asla şerefsizlik değil, hele korkaklık hiç değil. Yalnız yaşamaktan korkanlar, yılgınlar mı ölmek isterler sanıyorsun?
Cesaret başkalarına kötülük etme pahasına da olsa yaşamak mı? Cesaret, sürekli bir aldanmaya boyun eğmek mi? Durmadan aldatmak mı cesaret?
Kötü, korkunç bir dünya üzerinde yaşıyoruz. Bütün çabamız kendi kendimizi bitirmek ve son vermek insan nesline. Öyleyse bir adam eksilmiş olsa da bu şuursuz kalabalıktan ne çıkar?
Hatırlıyor musun? Bir şiirimde : “Bir yere kadar yaşamak güzel ama bir yerde ölüm güzel oluyor” demiştim.
İşte bu gün ölümün o güzel olduğu yerdeyim.
Ümit Yaşar Oğuzcan

25 Şubat 2015 Çarşamba

EBEDİ

Gerçi, kafamı vurdum duvarlara yeisle;
Gerçi, benden kaçtığın zaman yanlış bir hisle,
'Niçin anlaşılmadım? ' diye çok inledimdi.

Şimdi kalbim rahattır, şimdi başım serindir...
Kalbim ki senin en son sığınacak yerindir
Ve tekrar geleceğin günü bekliyor şimdi...

Çünkü insanlar yarın isteyince etini,
Aradığın lekesiz kardeş muhabbetini,
Yalnız benim serseri kalbimde bulacaksın...

Maskesi çabuk düşer temiz olmayanların;
Nihayet içyüzünü görerek insanların,
Göğsüme küçük bir kuş gibi sokulacaksın...

Ben ki her şeye dudak büken bir derbederim,
Ne kimseye yar olur, ne bahtiyar ederim,
Fakat sana her zaman hürmetle tapacağım...

Taşlar bile sarsılır duyduklarımı yazsam
Ah kardeşim!.. Ben seni hiçbir şey yapamazsam
Ebedi yapacağım!.. Ebedi yapacağım!..

(1928)

Sabahattin Ali

19 Şubat 2015 Perşembe

Her Ölüm Erken Ölümdür

Yanına vardığımda yatakta öylece yatıyordu, bilinci açıktı. Yorgunluğu her halinden anlaşılıyordu. Ama sanki bu yorgunluk, üzerine düzinelerce küfür saydığım o melum hastalıktan değildi. Bebeğiyle ilgilenmekten yorulan bir anne edası taşıyordu. Oysa hiç çocuğu yoktu. Böyle bir duyguyu hiç yaşamamışken nasıl oluyordu da bu yorgunluk içinde bu denli haklı bir mutluluk taşıyordu..?

O’na doğru ilerlerken içten içe utandığımı hatırlıyorum.

Dimdik, sapasağlam, hiçbir makinaya bağlı olmaksızın; yatakta bitkin ve teferruatlı makinalara bağlı birine doğru yaklaşmak kötü hissettirmişti bana. Ne yapacağımı bilemedim başlarda.
O’nu gördüğümde sevindiğimi anlatan bir tebessüm belirdi suratımda. Oysa tam da karşısında dururken “onu gördüğümde sevinmek” dışında onlarca şey daha hissediyordum. Onlarca his arasında tek olumlu olanı çıkarıp hemen o hissin kılığına bürünüvermiştim işte. Bu durum da “hastaya moral verme” ritüelinin tam karşılığıymış, sonradan anladım.

İstemsizce tebessüm ettiğim gibi yine istemsizce elini tuttum. Elleri çok güzeldi Elleri her zaman çok güzeldi. Sanırım bu nedenle hemen ellerine yöneldim. Fakat orada ellerinin güzelliğinin önüne geçen başka bir şey vardı. Çok soğuktu. Ellerine ilk dokunduğunda hissettiğim ilk şey bu soğukluktu.  O kadar soğuktu ki avuçlarının içinde ellerimin ne kadar sıcak olduğunu fark ettim. 

Bundan da utandım.

Konuşmaya başladık. Sonrası hayatın seyrinde olduğu, onun iyi göründüğü ve çıkınca neler yapacağımızı konuşarak geçti. Aslında yaptığımız şey kandırmaya çalışmaktan öte bir şey değildi. Bu da deminki tebessüm gibi hastaya moral verme çabasıydı elbet ama bu kendiliğinden olan bir şey değildi. Kandırmaya çalışıyorduk. Ama kandırmaya çalıştığımız esasta kimdi..? 

Konuştuğumuz şeylere yavaş yavaş biz de inanıyorduk belki de.

Konuşurken özellikle arada sessizlik olmamasına dikkat ediyorduk. Sessizlik olur da herkes birbirine bakarsa akıllara neyin geleceğini belliydi çünkü. Derken artık çıkmamız gerektiğini söyleyen uyarı geldi.

Ayrılırken veda etmedik, edemezdik. Ölümü hatırlatacak herhangi bir davranışta bulunmamız mümkün değildi. Bunun tek nedeni bu durumu bilmemesi gerekliliği değildi; biz de inanmak istemiyorduk bu duruma. 

Bunun onu son görüşüm olduğu aklıma getirmek istemediğim bir seçenekti, getirmedim de.

Sonuçta son görüşmemizde ölüm herkesin bildiği ama kimsenin ağzına almadığı bir gerçek olarak kaldı.


Arkamı döndüğümde yine utandığımı hissediyordum…

12 Ocak 2015 Pazartesi

BİL
Adının üstüne 
anılar koyma;
sen mezar değilsin

Anılar
adının ardından gelsin
sen duvar değilsin

Özdemir Asaf