3 Ekim 2017 Salı

Bizim Hüznümüz

Çarşıda annesini kaybeden bir çocuk gibiyim ben şimdi
Bunca kalabalıkta sizi arıyor ellerim
Ve tıpkı annesini kaybeden o çocuk gibi
Sizin dışınızdaki herkes
Zarar verecek sanki bana
Ama aynı zamanda mütemadiyen
Bir medet umuyorum o kalabalıktan
Biri gelir de yerinizi söyler diye
Siz bilir misiniz?
Size zarar vereceğinden korktuğunuz şeyden
Umarsızca medet umma çaresizliğinden haberiniz var mı sizin?
Gözlerinin içine bakıyorum onca kalabalığın
Oysa kimsenin umurunda değilim belki
Kimse kaybolduğumun farkında bile değil
Yokluğumdan, sizi aradığımdan bir haber
Siz ise domatesinizi tarttırıyor olabilirsiniz bir tezgahta
Veya fasulyanın iyisini arıyorsunuzdur.
Bense bu ihtimalde, bir sebzeye ihtiyaç duymanızdan
Daha az aklınızı kurcalıyor olmamın hüznünü yaşıyorum.
Diğer ihtimaller ise çok daha hüzünlü
Hiç tahayyül etmek istemeyeceğimiz neviden
Bu bizim hüznümüzdür
Oysa biliyorum
En geç eve dönmeye karar verdiğinizde farkedeceksiniz yokluğumu
En geç eve dönmeye karar verdiğinizde...
En geç eve...


Ekim/2017, Beyoğlu

2 Ekim 2017 Pazartesi

Zorba / Nikos Kazancakis

Keyfim olursa çalarım; şarkı da söylerim. Sana zeybek, kasap havası ve pendozali de oynarım; ama peşin pazarlık: keyfim olmalı. Temiz hesap. Beni zorladın mı yitirirsin. Unutma ki ben de insanım.

...

Aklımın başımda olduğu şu sırada sana hiçbir şey yapmamış olan başka bir insana saldırıp onu ısırmanı, burnunu koparmanı, kulağını kesmeni, karnını deşmeni ve bu arada Tanrı’yı da yardıma çağırmanı gerektiren bu kudurganlık nedir diye düşünüyorum; bu, Tanrı da gelip burun ve kulak kessin, işkembe deşsin mi demektir?

...

Sana kaç kere söyleyeceğim? Zorba’dan başka hiçbir şey ve hiç kimseye inanmam. Zorba, ötekilerden iyi olduğu için değil; asla! O da canavardır. Zorba’ya inanırım ama. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler hayaldir. Ben onun gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyor, bağırsaklarıyla sindirim yapıyorum. Bütün ötekiler hayaldir diyorum sana! Ben ölünce hepsi ölür.

...

Bilmiyordum. Neyin yıkılacağını iyi bilmekteydim ama, yıkıntılar üzerine neyin sıvanacağını bilmiyordum. Bunu, hiç kimse kesin olarak bilemez, diye düşünmekteydim, eski olan şey ele avuca sığar, sağlamdır, her an onu yaşar ve onunla savaşabiliriz. Gelecekteki şey henüz doğmamıştır, tutulmaz haldedir, kaypaktır, düşlerin yaratıldığı malzemeden yapılmıştır.

...

Mutluydum; biliyordum bunu. Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız. Ama ben, bu Girit kıyısında mutluluğu yaşıyor, üstelik mutlu olduğumu da biliyordum.

...

Mangalın önünde bir zaman ikimiz de konuşmadan oturduk. Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız bütün bunların mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu.

...

Namuslu çiftleşmeler tatsızdır; bibersiz yemeğe benzer. Ne söyleyeyim? Azizlerin seni, çerçevenin içinden seyrederek hayır duası ettikleri sırada öpüşmen, öpüşmek midir?

...

Aşılmaz ormanlar batmış, aradan milyonlarca yıl geçmişti; toprak, kendi çocuklarını çiğnemiş, sindirmiş, onları değiştirmişti. Ağaçlar kömürleşmiş, Zorba da gelip onu bulmuştu.

...

Günler gelip geçiyordu; çaba göstermek için savaşıyor, bağırıyor, oynuyordum; ama kalbimdeki kulakçıkların en son kıvrımına kadar kederliydim. Bütün bu yortu haftası içinde anılar ayaklandı, içim müzikle ve sevdiğim insanlarla doldu. İnsan kalbinin kan dolu bir çukur olduğunu, sevilen ölülerin bunun içine burunüstü düşerek, canlanmak için kanımızı içtiğini anlatan o çok eski masalın çok doğru olduğunu yine hissetmekteydim. ; bunlar ne kadar çok sevilen kimselerse, insanın o kadar çok kanını içerler.

...

Peki sen neden yazıp da, bize dünyanın o bütün sırlarını anlatmıyorsun Zorba? Neden mi? Çünkü ben, senin dediğin o bütün sırları yaşıyordum ve yazma vaktim yok da ondan. Bazen dünya, bazen kadın, bazen şarap, bazen santur… Onun için, şu saçmalar yumurtlayan kalemi elime alacak zamanım yok. Böylece de dünya, kağıt farelerinin ellerine kaldı; sırları yaşayanların vakti yok; vakti olanlar ise sırları yaşamıyorlar. Anladın mı?

...

“Vatandan kurtuldum” dedi, “papazlardan kurtuldum, paradan kurtuldum; silkiniyorum. Silkindikçe de hafifliyorum. Nasıl söyleyeyim sana? Kurtuluyor, insan oluyorum.”

...

Bir ara ben, avunmuş olmak için, Dul’la ilgili bir şeyler söylemek istedim. Zorba kocaman elini uzatıp ağzımı kapadı. Boğuk bir sesle, “Sus!” dedi. Utanmış bir halde sustum. Zorba’nın acısını kıskanarak kendi kendime “İnsan bu demektir.” diye düşünüyordum. Acı duyduğu zaman, gerçek iri gözyaşları döken, sevinirken de sevincini, ince metafizik eleklerden geçirerek onu boşuna harcamayan, sıcakkanlı ve sağlam kemikli insan!

...

“Bana söyleyebilir misin patron,” dedi ve sesi, sıcak gecenin içinde ciddi ve heyecanlı bir tonda yükseldi. “Bütün bunların ne demek olduğunu bana söyleyebilir misin? Kim yaptı bunları? Neden yaptı? Ve hepsinin üstünde de şu var (Zorba’nın sesi kızgınlık ve korku doluydu). Neden ölüyoruz?” En basit, en bilinen şeyi sormuşlar da, açıklayamıyormuş gibi utanarak karşılık verdim: “Bilmiyorum Zorba!” Zorba, gözleri dolarak, “Bilmiyorsun!” dedi. Bir gece, raks bilip bilmediğimi sorduğu, benim “Bilmiyorum…” diye yanıtladığım zaman da aynı biçimde gözleri dolmuştu. Biraz sustu, sonra patladı: “Öyleyse, nedir okuduğun o külüstür kağıtlar? Neden okuyorsun? Bunu söylemiyorlarsa, neyi söylüyorlar?”. “Senin bu sorduklarını yanıtlayamayan insanın üzüntüsünü söylüyorlar Zorba!” dedim. 

...

“Belki de kalırım” dedim. “Belki de seninle gelirim; ben özgürüm.” Zorba başını salladı. “Hayır, özgür değilsin” dedi. “Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar! Senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. İpi kopardın mıydı da …” Zorba’nın sözleri, içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla “Bir gün koparacağım” dedim. “Güç patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep, ya hiç! Ama sende beyin var ve seni bu yiyecek…”

...

Ağlamaya başlamama ramak kalmıştı; Zorba ne söylüyorsa doğruydu. Çocukluğumda büyük atılımlarım, insanüstü heyecanlarım olmuştu; yalnız başıma oturup içimi çekerdim, çünkü dünyaya sığmıyordum. Sonra, zamanla yavaş yavaş uslandım. Sınırlar çiziyor, güçlüyü güçsüzden, insancıl olanı Tanrısaldan ayırıyor, kaçımayım diye kağıttan uçurtmamı sıkı sıkıya tutuyordum.


22 Eylül 2017 Cuma

evet önümüz bahardır biliyorum.
leylaklar açacak biliyorum,.
kiraz da çıkacak yakında
iyi şeyler söylemek de gerek biliyorum.
sevgilim, güzelim, bir tanem biliyorum da
şimdilik bağışla...

Turgut Uyar

4 Eylül 2017 Pazartesi

Şarkılar

Her şarkının götürdüğü yer başka,
Hepsi başka başka sinmiş içime.
Biri, Büyükdereye götürüyor,
Biri on altı yaşımın Kadıköyüne.
Kimse sevgimi bilmez şarkısı
Eskiden ağlatırdı beni;
Şimdi düşündürüyor.
Özdemir Asaf

29 Ağustos 2017 Salı

Anı

Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil bu anılacak şey değil 
Apansız geliyor aklıma 
Neredeyse gün doğacaktı 
Herkes gibi kalkacaktınız 
Belki daha uykunuz da vardı 
Geceniz geliyor aklıma 
Sevdiğim çiçek adları gibi 
Sevdiğim sokak adları gibi 
Bütün sevdiklerimin adları gibi 
Adınız geliyor aklıma 
Rahat döşeklerin utanması bundan 
Öpüşürken bu dalgınlık bundan 
Tel örgünün deliğinde buluşan 
Parmaklarınız geliyor aklıma 
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm 
Kahramanlıklar okudum tarihte 
Çağımıza yakışan vakur, sade 
Davranışınız geliyor aklıma  
Bir çift güvercin havalansa  
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil unutulur şey değil 
Çaresiz geliyor aklıma. 
Melih Cevdet Anday

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Adına

Gece, denize yanaştım.
O, sulardan geliyordu.
Duydum. 
Ne iyi dedim.

Baktım, 
O, bir gemide geçiyordu.
Bağırdım. 
Gel'siz, gitme'siz.

Döndüm çakıllara sordum,
Siz kimdensiniz.
Dediler durandan, 
Bizi yakın edenden.

Denizi sorguya çektim.
Dedim, 
Görüyor musun yaşadığımı..
Yetinemedim.

Tuttum yakaladım kendimi
Getirdim gözlerinize serdim.
Durdum, size soruyorum.. 
Yaşadığımı görüyor musunuz.

Yaşadığımı 
Görüyor 
Musunuz?

Özdemir Asaf

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Tel Cambazının Telden Düşerken Söylediği Şiirdir

eğreti zamanlar kayıp geçti
bir deli yıldızları sayıp geçti
bir adam köprülerde ağlıyordu
o adam deliydi ben akıllıydım
hu dedi ninilerimde güzel kızlar
güzel kızlar var olsun

dünyada bir ben varım
bir de bu olmayası sebepsizliğim

benim anlamadığım başka şey
biri gözlerimi kapamış bilemiyorum
dağlarda iki kekik koksa
biri benim içindir
iki kaya yarılsa
siz beni bu şehirden alın götürün
tükenmez yağmurlarda ıslatın
elime iki kulaç ip verin
düğümleyip düğümleyip çözeyim

şehrin bütün ışıkların söndürün
kapatın bütün kapılarını
beni bu şehiren alın götürün

bir elim sağ cebimde
bir elim sol cebimde
bu hüznü siz de bilirsiniz
anlat deseniz anlatamam
enine boyuna yaşarım ancak

bu koku bilmediğim bir koku
bu gece kayık gecelerden birene benzer
dört yanım karanlıkta
büyük rüzgarlarda savrulacağız
öylece dur kollarımda öylece
karanlıkta telaşla seni hatırlıyorum


Turgut Uyar

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski





Anlıyor musunuz, anlıyor musunuz sayın bayım, bir insanın artık gidebileceği hiçbir yerinin kalmaması ne demektir, anlıyor musunuz? Çünkü her insanın gidebileceği hiç değilse bir yerin olması gerekmez mi?

...

Nereye gideceğini bilmiyordu, düşünmemişti bile bunu; bildiği bir tek şey vardı: Bütün bunlara hemen bugün, şu anda bir son vermesi gerekti, yoksa eve dönmeyecekti; çünkü artık böyle yaşamak istemiyordu. Ama nasıl son verecekti? Hiçbir düşüncesi yoktu bu konuda. Asla düşünmek de istemiyordu. Düşünce denen şeyi kovmuştu kafasından; acı veriyordu düşünceleri ona. Bildiği, hissettiği bir tek şey vardı: şöyle ya da böyle, her şey değişmeliydi; umutsuzlukla, tuhaf bir inançla ve kararlılıkla, -değişsin de nasıl değişirse değişsin-, diye tekrarlayıp duruyordu.  

...

Raskolnikov yeniden yürümeye başladı. “Acaba nerede okumuştum” diye düşünüyordu bir yandan da, “İdam mahkumunun biri ölümünden bir saat önce, yüksek bir dağın tepesinde, ancak iki ayağının sığabileceği kadar daracık bir yerde yaşaması gerekse, çevresindeyse uçurumlar, okyanuslar, sonsuz karanlıklar, fırtınalar ve sonsuz bir yalnızlık olsa, yine de o bir avuç yerde ömrü boyunca, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamanın, o anda ölmeye yeğleyeceğini söylemiş. Yeter ki yaşasın! Yalnızca yaşasın! Aman Tanrım, bu nasıl gerçek böyle! Bu nasıl gerçek! İnsan ne alçak yaratıkmış!” Raskolnikov bir dakika kadar durup düşündü, sonra “Bunu için insana alçak diyen de alçaktır!” diye ekledi.

...

Bana bir yalan söyle, ama bu yalan senin olsun, senin uydurduğun bir şey olsun, alnından öpeyim! Kendine ait bir yalan, başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha iyidir. Birincisinde sen bir insansın, ikincisinde ise bir papağan!

...

Raskolnikov ne zamandır yabancısı olduğu bir duygunun bir sel gibi içine boşaldığını ve kendisini hafiflettiğini hissetti. Bu duyguya karşı koymadı; gözlerinden yuvarlanan iki damla yaş kirpiklerine asılıp kalmıştı.

...

Raskolnikov birden coşarak: -Biliyor musun, Sonya,- dedi, -eğer aç olduğum için çalsaydım bu paraları…- sözcüklerin üzerine basarak devam etti. –Şu anda mutlu olurdum! Bunu bilmiş ol!-

...

Oysa ne söyleyebilirim sana? Hiçbir şey anlamayacak, yalnızca acı çekeceksin… Benim yüzümden!.. Bak işte ağlıyor ve beni kucaklıyorsun… Niçin kucaklıyorsun beni Sonya? Bu acıyı tek başıma çekemediğim ve “sen de acı çek ki, ben biraz hafifleyeyim” dediğim için mi? Böyle bir alçağı sevebilir sen?

...

Bir İngiliz atasözü, “yüz tavşandan bir at oluşturulamayacağı gibi, yüz kuşkudan da hiçbir zaman bir delil oluşturulamaz” diyor.

...

Kimi insanlar üzerinde yansız bir yargıda bulunabilmek için, her şeyden önce önyargılarımızdan ve bizi çevreleyen insanlara ve nesnelere karşı edindiğimiz gündelik alışkanlıklarımızdan kurtulmamız gerek.

...

Raskolnikov dergiyi aldı, makalesine şöyle bir göz attı. Şu andaki durumuyla ne kadar çelişirse çelişsin, bir yazısını ilk kez basılmış gören her yazarın duyduğu o tuhaf, buruk tatlılığı duydu içinde; kuşkusuz, yirmi üç yaşın etkisi de vardı bunda.

...

Sekiz yıl sonra ancak otuz iki yaşında olacağı, demek ki önünde koskoca bir hayat bulunduğu önemli miydi? Hem ne diye yaşayacaktı? Erişmek istediği şey ne olacak, neye doğru koşacaktı? Yalnızca var olmuş olmak için yaşamak! Ama o eskiden de bir düşünce, bir umut, hatta bir hayal uğruna bütün varlığını binlerce kez feda etmeye hazır bir insan değil miydi? Yalnızca var olmak ona her zaman az gelmiş, o hep daha fazlasını istemişti. Kendisini başkaları için söz konusu olmayacak bir takım haklara sahip bir insan gibi görmesinin nedeni de, belki yalnızca isteklerindeki bu güçlülüktü.