24 Temmuz 2017 Pazartesi

Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski





Anlıyor musunuz, anlıyor musunuz sayın bayım, bir insanın artık gidebileceği hiçbir yerinin kalmaması ne demektir, anlıyor musunuz? Çünkü her insanın gidebileceği hiç değilse bir yerin olması gerekmez mi?

...

Nereye gideceğini bilmiyordu, düşünmemişti bile bunu; bildiği bir tek şey vardı: Bütün bunlara hemen bugün, şu anda bir son vermesi gerekti, yoksa eve dönmeyecekti; çünkü artık böyle yaşamak istemiyordu. Ama nasıl son verecekti? Hiçbir düşüncesi yoktu bu konuda. Asla düşünmek de istemiyordu. Düşünce denen şeyi kovmuştu kafasından; acı veriyordu düşünceleri ona. Bildiği, hissettiği bir tek şey vardı: şöyle ya da böyle, her şey değişmeliydi; umutsuzlukla, tuhaf bir inançla ve kararlılıkla, -değişsin de nasıl değişirse değişsin-, diye tekrarlayıp duruyordu.  

...

Raskolnikov yeniden yürümeye başladı. “Acaba nerede okumuştum” diye düşünüyordu bir yandan da, “İdam mahkumunun biri ölümünden bir saat önce, yüksek bir dağın tepesinde, ancak iki ayağının sığabileceği kadar daracık bir yerde yaşaması gerekse, çevresindeyse uçurumlar, okyanuslar, sonsuz karanlıklar, fırtınalar ve sonsuz bir yalnızlık olsa, yine de o bir avuç yerde ömrü boyunca, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamanın, o anda ölmeye yeğleyeceğini söylemiş. Yeter ki yaşasın! Yalnızca yaşasın! Aman Tanrım, bu nasıl gerçek böyle! Bu nasıl gerçek! İnsan ne alçak yaratıkmış!” Raskolnikov bir dakika kadar durup düşündü, sonra “Bunu için insana alçak diyen de alçaktır!” diye ekledi.

...

Bana bir yalan söyle, ama bu yalan senin olsun, senin uydurduğun bir şey olsun, alnından öpeyim! Kendine ait bir yalan, başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha iyidir. Birincisinde sen bir insansın, ikincisinde ise bir papağan!

...

Raskolnikov ne zamandır yabancısı olduğu bir duygunun bir sel gibi içine boşaldığını ve kendisini hafiflettiğini hissetti. Bu duyguya karşı koymadı; gözlerinden yuvarlanan iki damla yaş kirpiklerine asılıp kalmıştı.

...

Raskolnikov birden coşarak: -Biliyor musun, Sonya,- dedi, -eğer aç olduğum için çalsaydım bu paraları…- sözcüklerin üzerine basarak devam etti. –Şu anda mutlu olurdum! Bunu bilmiş ol!-

...

Oysa ne söyleyebilirim sana? Hiçbir şey anlamayacak, yalnızca acı çekeceksin… Benim yüzümden!.. Bak işte ağlıyor ve beni kucaklıyorsun… Niçin kucaklıyorsun beni Sonya? Bu acıyı tek başıma çekemediğim ve “sen de acı çek ki, ben biraz hafifleyeyim” dediğim için mi? Böyle bir alçağı sevebilir sen?

...

Bir İngiliz atasözü, “yüz tavşandan bir at oluşturulamayacağı gibi, yüz kuşkudan da hiçbir zaman bir delil oluşturulamaz” diyor.

...

Kimi insanlar üzerinde yansız bir yargıda bulunabilmek için, her şeyden önce önyargılarımızdan ve bizi çevreleyen insanlara ve nesnelere karşı edindiğimiz gündelik alışkanlıklarımızdan kurtulmamız gerek.

...

Raskolnikov dergiyi aldı, makalesine şöyle bir göz attı. Şu andaki durumuyla ne kadar çelişirse çelişsin, bir yazısını ilk kez basılmış gören her yazarın duyduğu o tuhaf, buruk tatlılığı duydu içinde; kuşkusuz, yirmi üç yaşın etkisi de vardı bunda.

...

Sekiz yıl sonra ancak otuz iki yaşında olacağı, demek ki önünde koskoca bir hayat bulunduğu önemli miydi? Hem ne diye yaşayacaktı? Erişmek istediği şey ne olacak, neye doğru koşacaktı? Yalnızca var olmuş olmak için yaşamak! Ama o eskiden de bir düşünce, bir umut, hatta bir hayal uğruna bütün varlığını binlerce kez feda etmeye hazır bir insan değil miydi? Yalnızca var olmak ona her zaman az gelmiş, o hep daha fazlasını istemişti. Kendisini başkaları için söz konusu olmayacak bir takım haklara sahip bir insan gibi görmesinin nedeni de, belki yalnızca isteklerindeki bu güçlülüktü.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder