Anlıyor musunuz,
anlıyor musunuz sayın bayım, bir insanın artık gidebileceği hiçbir yerinin kalmaması ne demektir, anlıyor musunuz? Çünkü her insanın gidebileceği hiç
değilse bir yerin olması gerekmez mi?
...
Nereye gideceğini
bilmiyordu, düşünmemişti bile bunu; bildiği bir tek şey vardı: Bütün bunlara
hemen bugün, şu anda bir son vermesi gerekti, yoksa eve dönmeyecekti; çünkü
artık böyle yaşamak istemiyordu. Ama nasıl son verecekti? Hiçbir düşüncesi
yoktu bu konuda. Asla düşünmek de istemiyordu. Düşünce denen şeyi kovmuştu
kafasından; acı veriyordu düşünceleri ona. Bildiği, hissettiği bir tek şey
vardı: şöyle ya da böyle, her şey değişmeliydi; umutsuzlukla, tuhaf bir inançla
ve kararlılıkla, -değişsin de nasıl değişirse değişsin-, diye tekrarlayıp
duruyordu.
...
Raskolnikov yeniden
yürümeye başladı. “Acaba nerede okumuştum” diye düşünüyordu bir yandan da, “İdam
mahkumunun biri ölümünden bir saat önce, yüksek bir dağın tepesinde, ancak iki
ayağının sığabileceği kadar daracık bir yerde yaşaması gerekse, çevresindeyse
uçurumlar, okyanuslar, sonsuz karanlıklar, fırtınalar ve sonsuz bir yalnızlık
olsa, yine de o bir avuç yerde ömrü boyunca, binlerce yıl, sonsuza dek
yaşamanın, o anda ölmeye yeğleyeceğini söylemiş. Yeter ki yaşasın! Yalnızca
yaşasın! Aman Tanrım, bu nasıl gerçek böyle! Bu nasıl gerçek! İnsan ne alçak
yaratıkmış!” Raskolnikov bir dakika kadar durup düşündü, sonra “Bunu için
insana alçak diyen de alçaktır!” diye ekledi.
...
Bana bir yalan söyle,
ama bu yalan senin olsun, senin uydurduğun bir şey olsun, alnından öpeyim!
Kendine ait bir yalan, başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha
iyidir. Birincisinde sen bir insansın, ikincisinde ise bir papağan!
...
Raskolnikov ne zamandır
yabancısı olduğu bir duygunun bir sel gibi içine boşaldığını ve kendisini hafiflettiğini
hissetti. Bu duyguya karşı koymadı; gözlerinden yuvarlanan iki damla yaş
kirpiklerine asılıp kalmıştı.
...
Raskolnikov birden coşarak:
-Biliyor musun, Sonya,- dedi, -eğer aç olduğum için çalsaydım bu paraları…- sözcüklerin
üzerine basarak devam etti. –Şu anda mutlu olurdum! Bunu bilmiş ol!-
...
Oysa ne söyleyebilirim
sana? Hiçbir şey anlamayacak, yalnızca acı çekeceksin… Benim yüzümden!.. Bak
işte ağlıyor ve beni kucaklıyorsun… Niçin kucaklıyorsun beni Sonya? Bu acıyı
tek başıma çekemediğim ve “sen de acı çek ki, ben biraz hafifleyeyim” dediğim
için mi? Böyle bir alçağı sevebilir sen?
...
Bir İngiliz atasözü, “yüz
tavşandan bir at oluşturulamayacağı gibi, yüz kuşkudan da hiçbir zaman bir
delil oluşturulamaz” diyor.
...
Kimi insanlar üzerinde
yansız bir yargıda bulunabilmek için, her şeyden önce önyargılarımızdan ve bizi
çevreleyen insanlara ve nesnelere karşı edindiğimiz gündelik
alışkanlıklarımızdan kurtulmamız gerek.
...
Raskolnikov dergiyi
aldı, makalesine şöyle bir göz attı. Şu andaki durumuyla ne kadar çelişirse
çelişsin, bir yazısını ilk kez basılmış gören her yazarın duyduğu o tuhaf,
buruk tatlılığı duydu içinde; kuşkusuz, yirmi üç yaşın etkisi de vardı bunda.
...
Sekiz yıl sonra ancak
otuz iki yaşında olacağı, demek ki önünde koskoca bir hayat bulunduğu önemli
miydi? Hem ne diye yaşayacaktı? Erişmek istediği şey ne olacak, neye doğru
koşacaktı? Yalnızca var olmuş olmak için yaşamak! Ama o eskiden de bir düşünce,
bir umut, hatta bir hayal uğruna bütün varlığını binlerce kez feda etmeye hazır
bir insan değil miydi? Yalnızca var olmak ona her zaman az gelmiş, o hep daha
fazlasını istemişti. Kendisini başkaları için söz konusu olmayacak bir takım
haklara sahip bir insan gibi görmesinin nedeni de, belki yalnızca
isteklerindeki bu güçlülüktü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder