Keyfim olursa çalarım; şarkı da söylerim. Sana zeybek, kasap havası ve pendozali de oynarım; ama peşin pazarlık: keyfim olmalı. Temiz hesap. Beni zorladın mı yitirirsin. Unutma ki ben de insanım.
...
Aklımın başımda olduğu şu sırada sana hiçbir şey yapmamış olan başka bir insana saldırıp onu ısırmanı, burnunu koparmanı, kulağını kesmeni, karnını deşmeni ve bu arada Tanrı’yı da yardıma çağırmanı gerektiren bu kudurganlık nedir diye düşünüyorum; bu, Tanrı da gelip burun ve kulak kessin, işkembe deşsin mi demektir?
...
Sana kaç kere söyleyeceğim? Zorba’dan başka hiçbir şey ve hiç kimseye inanmam. Zorba, ötekilerden iyi olduğu için değil; asla! O da canavardır. Zorba’ya inanırım ama. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler hayaldir. Ben onun gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyor, bağırsaklarıyla sindirim yapıyorum. Bütün ötekiler hayaldir diyorum sana! Ben ölünce hepsi ölür.
...
Bilmiyordum. Neyin yıkılacağını iyi bilmekteydim ama, yıkıntılar üzerine neyin sıvanacağını bilmiyordum. Bunu, hiç kimse kesin olarak bilemez, diye düşünmekteydim, eski olan şey ele avuca sığar, sağlamdır, her an onu yaşar ve onunla savaşabiliriz. Gelecekteki şey henüz doğmamıştır, tutulmaz haldedir, kaypaktır, düşlerin yaratıldığı malzemeden yapılmıştır.
...
Mutluydum; biliyordum bunu. Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız. Ama ben, bu Girit kıyısında mutluluğu yaşıyor, üstelik mutlu olduğumu da biliyordum.
...
Mangalın önünde bir zaman ikimiz de konuşmadan oturduk. Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız bütün bunların mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu.
...
Namuslu çiftleşmeler tatsızdır; bibersiz yemeğe benzer. Ne söyleyeyim? Azizlerin seni, çerçevenin içinden seyrederek hayır duası ettikleri sırada öpüşmen, öpüşmek midir?
...
Aşılmaz ormanlar batmış, aradan milyonlarca yıl geçmişti; toprak, kendi çocuklarını çiğnemiş, sindirmiş, onları değiştirmişti. Ağaçlar kömürleşmiş, Zorba da gelip onu bulmuştu.
...
Günler gelip geçiyordu; çaba göstermek için savaşıyor, bağırıyor, oynuyordum; ama kalbimdeki kulakçıkların en son kıvrımına kadar kederliydim. Bütün bu yortu haftası içinde anılar ayaklandı, içim müzikle ve sevdiğim insanlarla doldu. İnsan kalbinin kan dolu bir çukur olduğunu, sevilen ölülerin bunun içine burunüstü düşerek, canlanmak için kanımızı içtiğini anlatan o çok eski masalın çok doğru olduğunu yine hissetmekteydim. ; bunlar ne kadar çok sevilen kimselerse, insanın o kadar çok kanını içerler.
...
Peki sen neden yazıp da, bize dünyanın o bütün sırlarını anlatmıyorsun Zorba? Neden mi? Çünkü ben, senin dediğin o bütün sırları yaşıyordum ve yazma vaktim yok da ondan. Bazen dünya, bazen kadın, bazen şarap, bazen santur… Onun için, şu saçmalar yumurtlayan kalemi elime alacak zamanım yok. Böylece de dünya, kağıt farelerinin ellerine kaldı; sırları yaşayanların vakti yok; vakti olanlar ise sırları yaşamıyorlar. Anladın mı?
...
“Vatandan kurtuldum” dedi, “papazlardan kurtuldum, paradan kurtuldum; silkiniyorum. Silkindikçe de hafifliyorum. Nasıl söyleyeyim sana? Kurtuluyor, insan oluyorum.”
...
Bir ara ben, avunmuş olmak için, Dul’la ilgili bir şeyler söylemek istedim. Zorba kocaman elini uzatıp ağzımı kapadı. Boğuk bir sesle, “Sus!” dedi. Utanmış bir halde sustum. Zorba’nın acısını kıskanarak kendi kendime “İnsan bu demektir.” diye düşünüyordum. Acı duyduğu zaman, gerçek iri gözyaşları döken, sevinirken de sevincini, ince metafizik eleklerden geçirerek onu boşuna harcamayan, sıcakkanlı ve sağlam kemikli insan!
...
“Bana söyleyebilir misin patron,” dedi ve sesi, sıcak gecenin içinde ciddi ve heyecanlı bir tonda yükseldi. “Bütün bunların ne demek olduğunu bana söyleyebilir misin? Kim yaptı bunları? Neden yaptı? Ve hepsinin üstünde de şu var (Zorba’nın sesi kızgınlık ve korku doluydu). Neden ölüyoruz?” En basit, en bilinen şeyi sormuşlar da, açıklayamıyormuş gibi utanarak karşılık verdim: “Bilmiyorum Zorba!” Zorba, gözleri dolarak, “Bilmiyorsun!” dedi. Bir gece, raks bilip bilmediğimi sorduğu, benim “Bilmiyorum…” diye yanıtladığım zaman da aynı biçimde gözleri dolmuştu. Biraz sustu, sonra patladı: “Öyleyse, nedir okuduğun o külüstür kağıtlar? Neden okuyorsun? Bunu söylemiyorlarsa, neyi söylüyorlar?”. “Senin bu sorduklarını yanıtlayamayan insanın üzüntüsünü söylüyorlar Zorba!” dedim.
...
“Belki de kalırım” dedim. “Belki de seninle gelirim; ben özgürüm.” Zorba başını salladı. “Hayır, özgür değilsin” dedi. “Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar! Senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. İpi kopardın mıydı da …” Zorba’nın sözleri, içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla “Bir gün koparacağım” dedim. “Güç patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep, ya hiç! Ama sende beyin var ve seni bu yiyecek…”
...
Ağlamaya başlamama ramak kalmıştı; Zorba ne söylüyorsa doğruydu. Çocukluğumda büyük atılımlarım, insanüstü heyecanlarım olmuştu; yalnız başıma oturup içimi çekerdim, çünkü dünyaya sığmıyordum. Sonra, zamanla yavaş yavaş uslandım. Sınırlar çiziyor, güçlüyü güçsüzden, insancıl olanı Tanrısaldan ayırıyor, kaçımayım diye kağıttan uçurtmamı sıkı sıkıya tutuyordum.